23 Ağustos 2012 Perşembe

Play for the name on the front

0 yorum

İşte dün paragraflarla anlatamadığım konuya, Arsenal'ın eski kaptanı Adams bir cümleyle açıklık getirmiş.
Zamanında Hagi'ye kırmızı kart gördüşmüşlüğü vardır UEFA finalinde . Ama bu lafı da futbol dünyasının duvarına asılacak cinsten...

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Dinamik / Tecrübesiz

0 yorum


İtalya'ya karşı oynanan son maçta, basketbolda 'maç sonu' oynayabilmek diye bir kavram olduğunu herkes apaçık gördü. Ve bunun da tecrübeyle doğru orantılı olduğunu anlamış olduk bir kez daha. Siz istediğiniz kadar savunma yapın, bütün maç açık ara farkla önde ve rahat oynayın, maç sonu oynayamazsanız , kazanamazsınız.

Aynen İtalya maçı da dediğim gibi oldu. Çok iyi başladık, çok iyi devam ettik ama bitiremedik. Her seferinde farklı oyuncular devreye girdi, farklı isimler taşıdı hücumda takımı. Sinan'la Emir maça başladı, ardından İlkan'la Semih pota altını domine ettiler . Hücum iyiydi, savunma ondan daha iyiydi maçın son 4 dakikasına kadar. 3. periyodun sonuna kadar Milliler 51 sayı yemiş, İtalya'yı sadece Datome ayakta tutmaya çalışıyordu. 

Nitekim son çeyrek başladığında avantajımıza olan 4 sayılık fark, bir ara 10 sayıya kadar çıktı. Ardından her periyotta olduğu gibi İtalya yavaş yavaş farkı eritti ve maçın bitimine 4 dakika kala skor eşitlenmişti. 64-64. Bunda yapılan basit top kayıpları ve hücum ribaundlarının payı yadsınamaz derecede fazla. Ardından İtalya rüzgarı arkasına aldığı gibi farkı da açtı, Milliler geri dönemedi.

İşte yine dönüp dolaşıp aynı noktaya dönüyoruz. Maç sonu oynayabilmek. Bu her basketbolcuda kolay rastlanmayan, özel bir olaydır ve sadece yetenekle, sayı atabilmekle olmaz. Bir oyuncunun kritik bir maçın sonunu oynayabilmesi için buna psikolojik açıdan da hazır olması gerekir. Michael Jordan, Kobe Bryant tarzı oyuncularda bunun doğuştan geldiğine inanan bi insan olarak, Millilerimizin, en azından şimdiki gençleşmiş kadromuzun kritik maçlarda elindeki maçı sonuna kadar saklamak için, biraz daha deneyim kazanması gerektiğini düşünüyorum...

Futbol Endüstrisi

0 yorum


Çok uzun zaman oldu buraya yazmayalı. Zaten eski etkisi de kalmadı blogun. Ne giren var ne çıkan orası ayrı mevzu. Şu sıralar bir çok yazıyı yazıp yazıp sildim, tekrardan yazdım, yine sildim. Ama bu sefer kararlıyım bu yazıyı yayınlayacağım. 

Şimdi birden, durup futbol hakkında yazmaya kalkınca, hangi konuda yazsam diye şaşırıyor insan. Bir konu bulamayınca Ligtv'nin şu Futbol Aşkı reklamları ateşledi beni. Futbolun nereden gelip, nerelere gittiğini. Bir tutkudan çok bir endüstri, bir sanayi haline dönüştüğü şu zamanlarda, belki de futbolu içinde hala tutku olarak saklayanları anlatan reklamlar yayınladı Ligtv.

Açıkcası hepsi ayrı bir güzel, hepsi bir başka şey anlatıyor içinde 'tutku' barındıran futbol hakkında. Ben o zamanların son dönemlerine yetişebildim. Yavaş yavaş 'para' ve hani şu öve öve bitiremediğimiz 'marka değeri' varya, o ikisi işin içine girmeye başlamıştı. İnsanlar, özellikle yöneticiler ve çok parası olan görmemişler futbolu kendileri için bir reklam, bir tanıtım ve öne çıkma aracı olarak görmeye başlamışlardı. Şimdi iş nerelere geldi. Arap kralları futbol takımlarına kim daha çok para harcıyor diye bir köşede sidik yarıştırırken, Ruslar ise doğal gazı satıp oyuncu alma peşine düşmüş. Bir de Amerikalı milyarderler var ki, aman bizden uzak olsunlar.

Benim için her zaman futbol, taraftarıyla, coşkusuyla ve kendi verdiği tadıyla güzeldir. İzlerken alınan heyecanın tadı başkadır içinde tutku olan futbolun. Milyonlarca euro verilip alınan oyuncular işin tadı tuzu olmalıdır, taraftarı heyecanlandırmalıdır. Bunlar mutlaka olmalıdır futbolun içinde, ve sonuna kadar da olacaktır da. Ama bu iş biraz çığırından çıkmaya başladı bana kalırsa. İnsanlar formanın içindeki adama, o adamın duruşuna değil de, formanın arkasında, hani şu büyük puntolarla milyonlarca euro karşılığı yazılan reklamlar varya, onun altında yazılı olan, o reklamın parasıyla alınan futbolcunun ismine bakıyor.

Belki de ben abartıyorum ama benim için futbol hırstır biraz, istektir, üzüntüdür. Yeri gelince tribünde hiç tanımadığın adama sarılıp sevinmek, şampiyon olunca annenin yanına gidip sarılarak ağlamaktır. Ama buna da izin verilmiyor artık. Maçta olay çıkmasın diye deplasmana taraftar alınmıyor, sokakta taraftar kutlama yapamıyor. Bir ara stadlara pankart açmak yasaktı.
Derbiler zaten bir başka. Benim bildiğim bu ülkede futbolun, özellikle de derbi dediğin olayın olmazsa olmazıdır deplasman tribünleri.
Belki sadist diyeceksiniz ama, futbol içinde çıkan olayla, o ruhla, o hırsla güzel.

Metin Oktay gibi ,Lefter gibi adamlarla. Karısını bırakıp , aşk 6 harflidir diyip İstanbul'a gelen adamlarla daha güzeldi futbol.
Şimdi ise Van Persie'lerin, Nasri'lerin, Pastore'lerin oyunu oldu. Tamam biri Hollandalı, biri Fransız biri de Arjantinli ve hiç biri ne kendi ülkesinin, ne de kendi tuttuğu takımın formasını giyiyordu. Ama hepsi para için onları bir yerlere getiren (Nasri pek sayılmasa da) kulüpleri bir çırpıda bıraktılar. Üstelik Pastore, sadece büyük kulüpler için Palermo'yu bırakırım demiş, ardından Arap sermayesi olan PSG'ye gitmişti. Clichy de buna örnek oluşturanlardan biri ayrıca.

Neyse ilk yazıda çok uzatmayalım, ufaktan başlayalım . Bir de Ligtv'nin reklamlarından bir kaçını koyacağım aşağıya. Benim en çok hoşuma giden Ankaragücü taraftarının doktorla arasında geçen diyalog oldu. Samsunsporlu çocuk da duygulandırmadı değil. İşte demek istediğimde bu; futbol içinde duygu olmadan güzel değil, zevkli değil. İşin zevki o zaten...